23 Aralık 2017 Cumartesi

MARTİN LUTHER (AFAROZLU PAPAZ)

''GÜNAH ÖZÜNDE TANRI'DAN UZAKLAŞMAK DEMEKTİR''

Ortaçağ Avrupa'sında büyük değişimlerin olmasını sağlayan kişidir.
Hristiyan din adamı olan Martin Luther aynı zaman iyi bir reformcudur. Almanya'da 1483'de doğan Martin varlıklı bir köylü ailenin çocuğudur. İyi bir eğitim almış olan Martin aynı zamanda felsefe hocasıdır. Daha sonra Ausgustinuscular tarikatına girerek 1507'de papaz olmuştur. Bir kaç yıl sonrada mensubu olduğu tarikatın Almanya vekili oldu.
Hazreti İsa'ya bildirilen hak dininin belli bir zaman sonra Yahudiler tarafından gizlice, yavaş yavaş değiştirilmesi ve çoğaltılması sonucu, uydurma İnciller çoğu yerde okunurluk kazandı. Kral Konstantin ve ondan sonra gelenler Hristiyanlık dinine çeşitli şeyler eklediler. Bunun için defalarca meclisler toplandı ve bu meclislerin aldığı kararlarla İncil sayıları daha  çoğaltıldı. Kiliseler bu sayede hem zenginliklerini hem de otoritelerini güçlendirdiler. Din adamları (papazlar) halkın günahlarını affedip, Cennetten yerler satmaya başladılar. Buna karşı gelen Martin Luther ise Wittinberg şatosunun kapısına maddeler halinde  bildirge asarak Tanrı ile kul arasına kimse giremeyeceğini bilirdi. Bu bildirgeden rahatsız olan Papa onuncu Leon, Martin'i afaroz edip dinsiz ilan etti. Kral Beşinci Shalken ise Martin'i huzuruna çağırarak, maddelerini geri çevirmesini teklif etti. Bu teklifi kabul etmeyen Martin, Kral tarafından da dinsiz ilan edildi. Bunun üzerine  1524'de protestanlığı ilan etti. Pek çok kitap yazdı. Ve dindeki reform hareketlerini Alman halkına benimsetmek için uğraştı. Yaptığı reformlar Hristiyan aleminde büyük etki yarattı. Bu etkiler ve fikir ayrılıkları büyük harplere neden oldu.  Fikir ayrılıkları günümüz avrupasında sönük bir şekilde hala devam etmektedir. Luther doğum yeri olan Almanya Eisleben'de 1546 yılında vefat etti.

SULTAN BAYBARS

   
''ASTINDA TAĞI, BAŞINDA BAĞI BAR ALTINDAN TAHTI BAŞINDA BAHTI VAR''

Sultan 1.Baybars; Memluk sultanıdır. Asıl adı: El-Meliküfz-Zahir Rüknettin.

Küçük yaşta Türkistan'dan kaçırılıp tutsak edilmiş köle olmuştur. Serbest kalınca Memluklülerin arasına katılarak zeka ve yeteneğiyle kısa sürede kendini gösterip ordusunda görev aldı. Memluk Ordusuna başarılı hizmetler verdi. Mısır’ı ele geçirmek isteyen Fransa Kralı St. Louis’nin tutsak alınmasını sağladı. Aynı zamanda Turanşah’ın öldürülmesinde de görev yaptığı için, Aybeg tahta çıkınca Şam’ a kaçıp bir süre orada kalmak zorunda kaldı. .Daha sonra Kutuz’un sultan olması üzerine onun hizmetine girdi. Moğollara karşı, Suriye’ye gönderilen Mısır Ordusu’nun öncü birliklerine komuta ederek düşmanı yenilgiye uğrattıp büyük bir başarı elde etti. Kutuz’u 22 Ekim 1260’ta öldürttükten sonra Memluk emirlerince oy birliğiyle hükümdar seçildi ve Memlük sultanı oldu. Kahire’ye döndüğünde Kutuz’un koyduğu ağır vergileri kaldırınca Mısır halkı tarafından sevgisini kazandı. Hülagu’ nun Bağdat’ı ele geçirmesi üzerine, kaçarak Kahire’ye gelen Halife el-Zahir’ in oğlu Ahmet’e biat ederek İslam dünyasının koruyucusu durumuna yükseldi halifeliği Memluklüre kazandırdı. Böylece İslam hukuk geleneğine göre, hükümdarlığı meşruluk kazanan Baybars, yeni halifeyi de yanına alarak 3 Eylül 1261’de Suriye Seferi’ne çıktı. Halife, Bağdat’a yürürken Hit yalanında Moğollarca öldürülünce, Baybars Kahire’ye döndü.

Daha sonra Kerek üzerine yürüdü ve buradaki Eyyubi hanedanını ortadan kaldırdı. 1264’te de Birecik’i Moğollardan kurtarmak amacı ile Suriye’ye sefer düzenledi. 1265’teki Suriye-Filistin Seferi’nde pek çok kaleyi ele geçirdi. Suriye Seferi de çok başarılı geçti; yenilen Fransızlara belli kentlerde barınma hakkı tanıdı. Hicaz’a gitti. Medine ve Mekke’yi ziyaret edip hacı oldu. İsmalileri egemenliğine alıp vergiye bağladı. Kahire’ye döndüğünde Moğolların bir saldırı hazırlığı içinde olduklarını haber alınca, ordusuyla Suriye’ye üzerine yürüdü. Şam’da Abaka Han’ ın elçileriyle görüşmeler yaptıktan sonra üç koldan Fırat’ a doğru hareket eden Baybars’ın emirlerinden Kalavun’un komutasında gönderdiği Memluk kuvvetleri ırmağı geçtikten sonra Moğolları yendi.

17 Ocak 1276’da Moğollar ve Vezir Muinüttin Pervane’nin baskısından Şam’a kaçan Anadolu beylerinin isteğiyle Moğol egemenliğine son vermek için yeni bir sefere çıktı. Memluk emirleriyle Halep’e kadar geldi. 27 Şubat 1277’de yeniden Suriye’ye hareket etti. Anadolu içlerine yönelerek Elbistan yakınlarında Selçuklu-Moğol kuvvetlerini yendiler. Moğollar Tokat’a çekildiler. Baybars, 2 Mayıs 1277’de Kayseri’yi ele geçirdi ve adına hutbe okuttu. Ancak çekilince Moğollar büyük bir kırıma giriştiler. Moğollar onbinlerce Türkü ve pek çok Selçuklu devlet adamını öldürdüler. Kentleri yakıp yıktılar. Baybars Anadolu Seferi dönüşünde hastalandı ve dizanteriden öldü. Cenazesi, vasiyeti üzerine Şam’da yaptırdığı türbesine gömüldü.

Saltanatının en parlak ve güçlü döneminde ölen Baybars, ortaçağ Türk-İslam tarihinin büyük hükümdarlarından biri sayılır. Haçlı eferleri karşısında Yakındoğu İslâm dünyasının durumunu güçlendirdiği gibi doğudan gelen yıkıcı Moğol kuşatmasının da, Suriye ve Mısır’a yayılmasına engel olmuştur.

22 Aralık 2017 Cuma

SELAHADDİN EYYÜBİ (KUDÜS FATİHİ)



Frenklere bakın! Dinleri için nasıl gözleri dönmüşcesine savaşıyorlar oysa ki biz Müslümanlar cihat yolunda hiçte ateşli degiliz.

Hıristiyan Haçlı Orduları ile mücadele içinde geçiren Sultan Selâhaddin-i Eyyûbî, 1137’de doğmuş ve 4 Mart 1193 de Şamda vefât etmiştir.Eyyubi, haçlı krallıklarına karşı Hıttin savaşını başlattı. Haçlıların Kudüs kralı ve ordusu Filistin’deki Hıttin’e kadar ilerlemişti. Bunu bilen Selahaddin, Hıttin’deki tüm su kuyularını çevirdi. Günlerce çölde ilerleyen haçlılar susuzluktan bitkin düştü. Hıttin’e ulaştıklarında Selahaddin Eyyubi’yi karşılarında gören haçlılar savaşmak zorunda kaldılar. Kısa sürede sonuçlanan savaşta haçlılar büyük kayıplar vererek dağıldılar. Müslümanlar Hıttin savaşıyla Kudüs Krallığının büyük bölümünü ele geçirmeyi başardılar.1187 yılında Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü Hittin Savaşında haçlıların elinden geri almayı başardı. Kudüs halkına en iyi şekilde muamele yaptı. Kübbetü's Sahra’nın üstündeki haç işaretini kaldırttı. Şehrin restore, mimari ve yenilenmesine çok önem verdi. Mübarek Mescid-i Aksa’ya Nureddin Zenki'nin hazırlamış olduğu minberi hediye etti. Bu minberin işlemesi İslam şaheserlerindendir. Selahattin Eyyübi’nin vefatından sonra Fransızlar kral Federik zamanında Kudüs’ü tekrar ele geçirdiler. İngilizlerin elinde 11 yıl boyunca kaldı. 1244 yılında Salih Kral Necmettin Eyyüp tarafından tekrar Müslümanlar tarafından geri alındı. 1243 ile 1244 yılları arasında Moğollar saldırıda bulundular ve şehri aldılar. Fakat Memluküler 1259 yılında Ayn Calut savaşında Seyfettin Kutz ve Zahir Bibars önderliğinde Moğolları yendiler. Ve 1517 yılına kadar Filistin Kudüs dâhil Mısır ve Şam’a hâkim olan Memluklerin hâkimiyetinde kaldı.

Selâhaddin-i Eyyûbî, mücadelesinden bir an gerilememiştir. Selâhaddin-i Eyyûbî, dini ve vatanı için cepheden cepheye koşmuş müstesnâ bir şahsiyettir.

Selâhaddin-i Eyyûbî son hastalığında kapının önündeki devlet bayrağını kaldırtıp, onun yerine aynı direğe kefenini astırmış ve bu işe memur ettiği bayraktara emir verip durmadan şöyle bağırmasını emretmiştir: “Sultan Selâhaddin’in dünyadaki fetihlerinden ahirete götürebileceği şey, işte bu kefenden ibarettir.”



ÖGEDAY ( CENGİZ HAN OĞLU)

                                                  Cengiz Han'ın 3.oğlu Ögeday

Ögeday'ın doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir.Gobi çölünde keçeden bir çadırda doğmuştur.Avcılık ve savaş sanatları üzerine eğitim almıştır. Eli kılıç tutar yaşa geldikten sonra kendisine Cengiz Han  tarafından verilen görev Cengiz Han'ın başdanışmalığıydı. Ögeday 1203 yılında Kereyitler'le yapılan Halahalcit Savaşı'nda ağır yaralandı. Ertesi yıl Merl
kitleri egemenliği altına alan Moğol hanlığı, Ögeday'a Merkit hanının kızı olan Töregene ile evlendirildi.Daha sonra 1211-1216 yılları arasındaki Çin Seferleri'ne katıldı.1219 yılında veliaht olan Ögeday, ağabeyleri Cuci ve Çağatay'la birlikte Harezm seferlerine katıldı. Otrar seferinde başarılı bir komutan olduğunu kanıtladı. Cengiz Han'ın 1227 yılında ölümünün ardından Ögeday yeni hükümdar seçildi. Ögeday, tahtın varisi olarak iş başına geldiğinde, dünyanın neredeyse yarısına hükmediyordu. Ögeday kardeşleri gibi zalim değil; iyi huylu ve hoşgörülüydü. Kardeşleri savaşlara devam ederken o genelde Karakurum'daki çadırdan sarayında oturur, Han tahtının önünde boyun eğen halkın söylediklerini dinlerdi.

Bir gün Çinli oyuncular, Ögeday'ı eğlendirmek için kukla oynatıyorlardı. Han, kuklaların arasında uzun bıyıklı ve sarıklı bir ihtiyarın at kuyruğunda sürüklendiğini gördü ve Çinlilere bu adamın kimi temsil ettiğini sordu. Oyuncu başı şu cevabı verdi: "Moğol cengaverleri esir Müslümanları arkalarında böyle sürüklerler."

Ögeday oyunu durdurdu ve hizmetçilerine hazinesinde bulunan Çin'in ve İran'ın en pahalı kumaş ve halılarını getirtti. Bunları Çinlilere göstererek, onların yaptıkları malların Batı mallarından çok daha aşağı kalitede olduğunu söyledi. Dedi ki: "Benim memleketimde birçok Çinli esiri olmayan tek bir zengin Müslüman yoktur. Halbuki hiç bir zengin Çinli'nin Müslüman esiri yok! Bilirsiniz ki Cengiz Han, bir Müslüman'ı öldürene kırk altın mükafat verilmesini emretmişti. Fakat bir Çinli'nin hayatının bu değerde olduğuna hükmetmedi. O halde nasıl oluyor da siz Müslümanlarla eğlenmeye cüret edebiliyorsunuz?" Ve oyuncularla kuklalarını sarayından kovdu.

Ögeday. 1240 yılında Tataristan'da geleneksel olarak düzenlenen av partisinde fazla içkiden hastalandı. Uzunca bir süre yönetimde etkisiz kaldı. 1241 yılında ölümünün ardından zehirlendiği şüphesiyle bazı cariyeleri ve devlet adamları öldürüldü.Ögeday'ın ölümünün ardından ülkeyi beş yıl boyunca eşi Töregene yönetti. Oğlu Güyük Han 1246 yılında Kağan seçildi. 1249'da Güyük ölünce iki yıllık bir aradan sonra Moğol tahtına Toluy'un oğlu Mengü oturdu.

20 Aralık 2017 Çarşamba

ÇAR 1.PETRO (DELİ PETRO)

''YENİLE YENİLE BİR GÜN YENMEYİ ÖĞRENECEĞİZ''
Petro 1672 de doğmuş, 1682 de tahta geçmiş 1725 e dek çarlık Rusyası'nı yönetmiştir Rusya her tarafı dökülen bir imparatorluktu.Rönesans ve reform hareketleri ile dönüşen Avrupa ilerlemiş fakat Rusya batılılaşmayı reddetmiş ve modern rüzgara karşı kendini kapatmıştır. Petro küçük yaşta Avrupa'ya giderek ülkelerdeki maden sistemleri ve teknolojisini özümsemiş, aynısını kendi ülkesine getirmek için uğraşmıştır. 1.Petro ülkesini güçlendirdikten sonra Rusya'nın sahili olmadığı ve Karadenize inmek için Petro 1696'da Azak kalesine hücum ederek Osmanlının elinden aldı. 1709'da da onikinci Charles'e karşı Poltava zaferini kazanarak onu Osmanlıya sığınmaya mecbur etti. Petro İsveç kralının kendisine teslim edilmesini istemişti. Osmanlı bunu kabul etmeyerek kralı beş sene muhafaza etmiş ve sonra memleketine kaçmasına imkan vermiştir. Osmanlıyla bu sebepten dolayı muharebeye girişti fakat Baltacı Mehmed Paşa'nın kumandası altında bulunan Osmanlı ordusu tarafından Prut'ta 1711'de zor durumda bırakılmıştı. Baltacı Mehmed Paşa biraz azimli davransaydı, Petro ya yenilecek ya da askeriyle birlikte mahvolacaktı. Petro osmanlının elinden ucuz kurtulduktan sonra Azak kalesini tekrar elden çıkardı. Baltacı Mehmed Paşa'nın Katherina'dan etkilenerek sulh yapmak gerektiği fikrini savunduğu söylenmektedir. Petro elli üç yaşında öldü. Ünvanını hakkıyla kazanmış hükümdarlardandır. Yaptığı birçok değişikliklerden ve insafsızca şiddetinden dolayı eski tarihciler ona Deli Petro derler. 

NİZAMÜLMÜLK

“KÜFR İLE BELKİ AMMA ZULM İLE PAYDAR KALMAZ MEMLEKET”

Selçuklu  devlet  teşkilatının  planlayıcısı, Nizamiye medreselerinin kurucusu, Siyasetname adlı şaheserin  yazarı. Haşhaşileri dize getiren devlet adamı ve Büyük Selçuklu develtini  koca veziri . Nizamülmülk, 1018 yılında Horasan’ın eski kültür merkezlerinden Tus şehrine bağlı Nukan kasabasında doğmuştur. Zamanının en iyi alimlerinden eğitim almıştır. Büyük Selçuklu Devletinin  Alparslan ve Melikşah dönemlerinde toplamda 30 yıl sadrazamlık yapmış, bilhassa Melikşah’ın saltanatının ilk yıllarında fiilen devleti yönetmiştir. Nizâmülmülk, vezir olduğu 1064’ten, şehit edildiği 1092 senesine kadar aralıksız yirmi dokuz sene Büyük Selçuklu Devletine, tam bir dirayet ve adaletle hizmet etti. Vazifeli olduğu için katılamadığı Malazgirt Meydan Muharebesi hariç, bütün Selçuklu fütuhatında bulundu. Hayatının sonlarına doğru Siyasetname isimli eserini kaleme aldı. Siyasetname aslında edebiyatımızda hükümdarlara öğüt niteliği taşıyan eserlerin genel adıdır. Ama Nizamülmülk’ün Siyasetname’si bunların en ünlüsüdür. Sultan Melikşah’ın isteği üzerine kaleme alınan bu eser Sultan’ın beğenisini kazandı. Yaklaşık on asır önce yazılmasına rağmen hala güncelliğini koruyan eser Türk, İslam ve İran kültüründen izler taşımakta. Eski İran imparatorlarından, onların becerikli ve beceriksiz devlet yöneticilerinden, devlet idaresinin nasıl olması gerektiğinden, İslam büyüklerinden bahseden bu eser İslam Dünyası’nın çağının çok ilerisinde olduğunu gösteriyor.
Hayatını Selçuklu Devletine hizmetle geçiren çağımızda bile yakalayamadığımız bir adalet anlayışıyla hareket eden Nizamülmülk’ün ölümü son derece trajik olmuştur. Bir haşhaşinin suikastı sonucu hayatını kaybeden sadrazam ve ölümü hemen peşi sıra gelen Melikşah adeta kendileriyle birlikte Selçuklu Devleti’ni de mezara götürüyorlardı. Bu iki büyük devlet adamının ölümünden sonra Selçuklular dağılma sürecine girdi ve bir daha da toparlanamadı.

SEYYİD BATTAL GAZİ



''BİZİM TÖREMİZDE GAZAYA GİDERKEN ÖLÜM KORKUSU YOKTUR''


Battal Gazi, Malatya’da 695 yılında doğmuştur. Malatya fatihi Hüseyin Gazi’nin oğludur. Bazı kaynaklara göre etnik kökeni Türk, bazı kaynaklara göre de Arap kökenlidir. Battal Gazi Anadolu’da İslam’ın yayılmasına büyük katkılarda bulunmuştur.
Battal adını yiğitliğinden almıştır. Gazilik ünvanını da gazalarda gösterdiği başarılarından dolayı verildiği bilinmektedir.
“Battal” kelimesi Arapça kökenli bir sözcüktür. “ Vazgeçti, Caydı” anlamına gelir. Bir savaşta yendiği bir düşmanının müslümanlığı kabul etmesi yüzünden onu öldürmekten vazgeçtiği için o düşmanı tarafından kendisine bu lakap verilmiştir. Gerçek adı Abdullah’tır.
Battal Gazi Destanı‘nda;
Emeviler zamanında Arap ordusuyla birlikte İstanbul’u kuşattığı anlatılmaktadır. Kuşatma hem denizden hem karadan yapılmış, fakat başarıya ulaşamamıştır. Destanda Battal’ın düşmanı, Arap komutanına oyun oynayıp kuşatma başladığında İstanbul’a geçerek imparatorluğunu ilan eden İmparator Leon’dur. Bu kuşatmasının tarihi 717-718 olarak belirtilmektedir. Bizans tarihindeki veriler de bu tarihi doğrular niteliktedir. Ayrıca Bizans tarihinde İmparator III. Leon’un tahta çıkma tarihi 717 olarak belirtilmiştir, bundan dolayı destandaki Leon’un İmparator III. Leon olma olasılığı artmıştır.
Battal Gazi’nin yaşadığı dönem, Anadolu’da Türk veya Arap olgusunun olmadığı bir zamandır. Hakkındaki kaynaklara bakıldığında, kendisinin; Bizans’ın zulmünden bıkan halkın, hakkını savunmak için halktan bir ordu topladığı ve Bizans ile savaştığı görülmektedir. Battal Gazi’nin halkın içinden çıkan bir kahraman olması, dışarıdan gelip de akıncılık yapması düşüncesinden daha yüksek bir ihtimâldir.
Battal Gazi’nin tarihi şahsiyetiyle menkıbevi şahsiyeti kaynaklarda ve hafızalarda birbirine karışmıştır. Battal Gazi’den bahseden Yakubi ve Taberi’den başlayarak Evliya Çelebi’ye gelinceye kadar pek çok kaynakta tarih ve menkıbe iç içedir.
Battal Gazi, çalışkanlığı, cesareti ve kahramanlığı sayesinde komutanlığa, hatta valiliğine kadar yükselmiştir. Battal Gazi, sadece Bizans zindanlarına düşen kılıçdaşı alperenleri değil, o zamanın heterodoks Hıristiyan’ı, bugünün Müslüman’ı Boşnakları da Bizans zulmunden kurtarmak için çaba harcamıştır.
Seyyid Battal Gazi, 740 yılında Melik Gazi il beraber 20 bin kişilik bir kuvvetle, bugünkü Afyon yakınlarından bulunan eski ”Akroinon” mevkiinde meydana gelen büyük savaşta Leon ve Konstantin komutasındaki Bizans ordusu ile çarpışmakta olan İslâm ordusunun yardımına gelirler. Savaş çok şiddetli geçer ve her iki taraftan da çok sayıda insan ölür. Bu savaşta Battal Gazi şehit olur ve İslâm ordusu Şuhut’a çekilir. Battal Gazi, Akrenion’a yaklaşık 100 km. uzaklıktaki Eskişehir’in Seyitgazi ilçesine defnedilir. Eşi ve iki çocuğunun kabirleri Malatya’nın Battalgazi ilçesinde bulunmaktadır. Anadolu’yu baştan başa geçen Battal Gazi, ünü Orta Asya’dan Endülüs’e kadar yayılmış, tarihi kimliğini hala sürdüren bir kahramandır.


18 Kasım 2017 Cumartesi

BÜYÜK İSKENDER

Komutanı koyun olan aslan ordusundan korkmam; komutanı aslan olan koyun ordusundan korkarım. 
                                                        BÜYÜK İSKENDER
Büyük İskender; doğu efsanelerinin neredeyse tümünde adı geçen, döneminin keşfedilmiş dünyasının yarısını, 13 sene gibi kısa bir sürede fethetmiştir.
Dönemin büyük imparatorluklarından Pers İmparatorluğu’nun güçlü ordularını yenmiş, Hindistan’da ilerlemiş, M.Ö. 336-323 yılları arasındaki sürede MakedonBüyük İskender’in tarih sahnesine çıkışında, gelmiş geçmiş en ünlü at olarak kabul edilen Busefalus’a hakim oluşu büyük pay sahibidir. Satılmak amacıyla Kral Filip’e getirilen bu huysuz at, en iyi ve en usta binicilere dahi çok büyük zorluklar çıkarttı. Dönemin genç prensi İskender, atın huysuzluğunun nedenini anladı. At, gölgesinden korkmaktaydı. İskender, atın yularından tutup, yönünü güneşe çevirdi. Gölgesini görmediği için sakinleşen Busefalus’a, genç İskender hakim oldu. Kral Filip, bu olaya tanıklık edince, İskender’e bir krallık kurmasını, Makedonya’nın Onun için çok ufak olduğunu öğütledi. Kral Filip’in sözleri, bir kehanet gibiydi. Nitekim, tarih sahnesine, azgın bir ata sahip olarak çıkan genç prens, kısa bir süre sonra İran’a kadar gidecek, dünyanın sayılı komutanlarından biri haline gelecekti.
Ünlü filozof Aristo, İskender’in öğretmenlerinden biriydi. Ondan aldığı eğitim, İskender’in karakterine ve kişiliğine fazlaca yansımıştı. Savaş sanatını tüm ince detaylarına kadar öğrenen İskender, İlyada’yı da sürekli olarak yanında tutardı. Babası seferdeyken ayaklanan Medyalıları bastırarak, henüz 16 yaşında, ilk savaş tecrübesini yaşamış ve bu yaşta ilk zaferini elde etmişti. Medyalılar’ın isyanı bastırılmış, şehirleri yok edilmişti. M.Ö. 338 yılında yaşanan, Eski Yunan’ın en güçlü iki devleti olan Atina ve Thebes’in ittifakına karşı kazanılan Keronea Savaşı’nda, Makedonya ordusuna İskender hükmetmekteydi.
Filip, her ne kadar büyük bir komutan olarak yaşamışsa da, sarayda dönen çeşitli entrikalara engel olamamıştı. Bununla beraber, eşi Olimpia’yı saraydan uzaklaştırmıştı ve Kleopatra isimli Makedon bir kızla evlenmişti. Bu evliliğin törenindeki düğün sırasında, Kleopatra’nın akrabalarından olan Attalos, düğüne katılan soyluları, taht için ‘meşru bir veliaht’ sahibi olabilmek adına, Tanrı’ya dua etmeye davet etti. Bu gelişme üzerine İskender, annesine hakaret edildiğini düşünerek Attalos’a kadeh fırlattı. Ardından, bunu bir saygısızlık olarak algılayan Kral Filip, oğluna hançer çekti ancak ayakta bile duramayarak herhangi bir şey yapamadı.
İskender’in tahta çıkışı, babası olan Kral Filip’in suiskaste uğrayıp ölmesi ile mümkün oldu. İskender tahta çıktığında, henüz 20 yaşını bile doldurmamıştı. Kral Filip’in öldürülmesinde, her ne kadar İskender’in payı olduğu düşünülse de, bu asla kanıtlanamadı. Annesi Olimpia’nın bu komploda pay sahibi olduğu fikri de, soru işareti olarak akıllarda kaldı. Buna ek olarak, Olimpia’nın, intihar etmesi ile ilgili Kleopatra’ya emir verdiği de bilinmekteydi. Kleopatra’nın doğurduğu çocuk ise, tanrılara kurban edilmişti. İskender kral olduğunda, Thebes’te, İlirya’da ve Teselya’da kaoslar yaşanmaktaydı. Teselyalılar’ın üzerine yürüyen İskender, savaşsız bir zafer kazandı. Teselya’yı aldığı sırada, diğer Yunan devletlerini de ortak paydada buluşturabilen İskender, Korent’te yapılan kongre sonucu, babasının döneminde tasarlanmış olan “Asya’nın fethi” ideasını sağlayabilmek adına, Yunan ordularının baş kumandanlığına getirildi.
İskender, Korent’te (Korinthos) bulunduğu dönemde, ünlü düşünür Diyojen’le karşılaştığında, kendisinden ne istediğini sorduğu Diyojen’den, “Gölge etme, başka ihsan istemem” cevabını aldı. İskender’in, bu diyalog sonucunda yakın çevresine, “İskender olmasaydım eğer, Diyojen olmak isterdim” dediği de rivayet edilmekteydi.ya kralı olmuş, tarihin en büyük komutanlarından biridir.İskender, Pers İmparatorluğu’na saldırmak için sefere çıkmadan önce, Trakyalılar isyana başlamışlardı. Şipka geçitinde savunmaya geçen Trakyalılar, savaş arabalarını İskender’in ordusunun geçeceği alana yuvarladılar. Ancak İskender, bunun önlemini, piyadelerini olabildiğince ayrık şekilde yürüterek almıştı. Böylece taktik başarılı oldu, geçit ele geçirildi ve bugün Tuna diye bilinen nehrin kıyılarına kadar olan kuzey istikameti açılmış oldu. Pers İmparatorluğu’na saldırı fikri her zaman kafasında olan İskender, ordusunu beslemek ve borçları ödeyebilmek için gereken kaynak nedeniyle, ordusunu sefere hazırlattı. MÖ 334 ilkbaharında, toplamda 30 bin piyade ve 5 binden fazla süvariden oluşan ordusuyla sefere çıktı. Bu dev ordunun içinde, 14 bin Makedonyalı ve Yunan Birliği’nden gelen 7 bin asker de yer alıyordu. İskender’in ordusuna mühendis, mimar, bilim adamı, saray görevlisi ve tarihçiler de eşlik ediyordu.
5310  Homeros’tan esinlenerek İlion’a (Troya) gelen İskender, Akhilleus’in mezarını ziyaret etti. Pers ordularıyla, tarihte ilk kez Granikos Çarpışması’nda karşı karşıya geldi. İskender’in miğferinin iki yanında beyaz tüyler vardı ve bu nedenle genç kral kolayca tanınmaktaydı. Bu nedenle ani bir saldırıya uğradı, ancak arkadaşı Kleitus, İskender’in hayatını kurtardı. Yakın gelecekte İskender, hayatını kurtaran arkadaşı Kleitus’u kılıçla öldürecekti. Fethettiği kentleri fiilen kendisine bağlıyor, ancak kendi içlerinde demokrasiler kurmalarına izin veriyordu. İskender ve beraberindeki aydınlar, gittikleri tüm bölgelerde Yunan kültürünü kuruyorlar ve yayıyorlardı. MÖ 334 – MÖ 333 kışında Batı Anadolu’nun fethini tamamlayıp, Akdeniz kıyılarını takip ederek Perge’ye vardı. Bir iddiaya göre, İskender’in ordusu Frigya’dan geçerken, Asya’ya hükmedecek kişinin çözebileceğine inanılan Gordion düğümünü, İskender ustaca kesti.
Gordion’dan Ankry’ya (Ankara) yönelen İskender, ardından sırasıyla Kapadokya ve Kilikya Kapıları (Gülek Boğazı), Misis Köprüsü ve son olarak Miryandros (İskenderun dolayları) civarında kamp kurduğunda, Pers hükümdarı III. Darius da Pinaros Çayı (Deliçay) kıyısında savaş düzeninde beklemekteydi. “Büyük” lakabını kendi kendine takan Darius’un ordusu, İskender’in ordusundan beş kat daha güçlüydü. İki ordu, İskenderun yakınlarındaki İssos’ta karşı karşıya geldiler. Ardından yaşanan İssos Çarpışması (M.Ö. 333 sonbaharı) neticesinde, III. Darius kesin bir bozguna uğradı, ailesini bile savaş alanında bırakarak, savaş alanından kaçtı.
Büyük İskender, M.Ö. 323’te, büyük bir eğlencenin ardından rahatsızlandı. Bir kaç gün sonra, Babil sarayında, henüz 33 yaşındayken öldü. İskender, dünyanın en büyük komutanları ve askeri dehaları arasında sayılmaktadır. Sadece savaşçı ruhuyla değil, Yunan uygarlığının ve medeniyetinin sürekli olarak yayılmasındaki büyük payıyla da anılmaktadır.

16 Kasım 2017 Perşembe

TİMUR (AKSAK TİMUR)

Ben Turanın sahibi ve Türklerin amiriyim. Ben Türk oğluyum. Ben en güçlü ve en eski ırk olan Türklerin lideriyim..
Biz ki Melik-i Turan, Emîr-i Türkistan’ız, Biz ki Türk oğlu Türk’üz; Biz ki milletlerin en kadîmî ve en ulusu Türk’ün Başbuğuyuz!

Tarihin gördüğü en büyük askeri ve siyasi dehalardan biri olarak kabul edilen Timur, sağ ayağı aksak kalacak şekilde darbe aldığından dolayı kendisine Farsça Timurlenk, Türkçe olarak ise Aksak Timur denilmekteydi.
Timur, 8 Nisan 1336 tarihinde Özbekistan‘da Şehr-i-Sebz şehri Hoca Ilgar köyünde doğmuştur. Babası, Barlas oymağının beyi Turagay (Turgay), annesi Tekine Hatun idi. Barlas boyu Orta Asya’dan gelen bir Türk kavmidir. O devirde Barlas boyu Çağatay Hanlığı’na bağlı idi. Timur aslen Moğoldur. Moğollar, Cengiz Han‘dan üç kuşak sonra Müslümanlaşmış ve komşusu olan Türklerle karışmıştı. Timur’un ana dili Türkçe idi.
Timur’un babası, 1360′da ölmüş, onun yerine geçen amcası Hacı Barlas’da 1361′de öldürülmüştü. Timur, O sırada 25 yaşlarında idi. Cesur, zeki, bilgili bir Türk asilzadesi olan Timur, siyasî ve askerî dehasını gösterecek her fırsattan yararlanacak, kısa zamanda yükselecek ve cihangir olacaktı. Doğu Türk Hakanlığı’nın tahtına çıkacak, imparatorluğun sınırlarını İtil (Volga)’den Hindistan‘daki Ganj Nehri’ne, Tanrı Dağları’ndan İzmir ve Şam’a kadar uzatacaktı.
Timur 25 yaşlarında iken Çağatay Hanlığı valilerinden Kazgan Han’ın emrine girdi ve büyük bir birliğin kumandanı oldu. Kazgan Han onu kızı Olcay Türkân’la evlendirdi. Kazgan Han’ın düşmanları onu pusuya düşürüp öldürdüler. Timur, Kazgan Han’ı öldürtenlere savaş açarak hepsini ortadan kaldırdı. Bu başarıları karşısında Çağatay Hanı onu kendi hizmetine aldı ve Tümen Beyi yaptı.
1370 yılında Timur, Belh şehrinde, mutlak hâkim ve tam bağımsız bir duruma geldi. Fakat Cengiz soyundan olmadığı ve Cengiz hanedanının büyük prestijinden de yararlanmak istediği için, Cengiz soyunun Çağatay sülalesinden Soyurgatmış Han’ı tahta çıkardı onu, hayatı boyunca kukla bir hükümdar olarak yanında gezdirdi. Şeklen ona bağlı görünüyordu, ama mutlak hâkim kendisiydi.
Belh’te toplanan Kurultay, Timur’ “Kutbeddin” ve Sâhib Kırân” unvanlarını verdi. Timur kısa bir süre sonra başkenti Belh’ten Semerkant’a nakletti. Bundan sonra dört yöne başarılı seferler düzenledi. Çok iyi planlanmış taktikler uyguluyor, yıldırım savaşları yapıyor ve her seferini zaferle sonuçlandırıyordu. 1371-1377 yılları arasında Harezm’e üç sefer, Moğolistan‘a iki sefer düzenledi. 1378′de birinci Altın Ordu seferi ile ününü bütün dünyaya tanıttı. 1379′da Harezm’e bir sefer daha yaptı. 1380′de Herat’a girdi ve böylece Harezm ve Horasan tamamen fethedildi. 1389′a kadar yaptığı seferlerle Turfan, Karaşar bölgeler
1390 ve 1391 yıllarında tekrar Altın Ordu seferine çıktı. Bu son seferi düzenlemesine Altın Ordu Hakanı Toktamış Han’ın nankörlüğü sebep olmuştu. Çünkü önceki seferlerinde Timur, Toktamış Han’ı desteklemiş onun düşmanlarını bertaraf etmişti. Toktamış Han bu destek sayesinde güçlenince bu defa Timur’a başkaldırmıştı. Bu seferinde, Doğu Avrupa’ya hâkim olan Toktamış’ı yıkmak için onun bütün ülkesini işgal etmek, tahrip etmek zorunda kalmıştı. Bu da, Rusya’nın doğup gelişmesine sebep olacak ve Timur istemeden sebep olduğu bu gelişmeden dolayı daha sonra tarihçiler tarafından suçlanacaktı.
Timur, 1401′e kadar yapılan dört seferle Irak ve Güney Anadolu, 1398-99 seferleriyle Hindistan Delhi Sultanlığı’nı, 1401-1402′ Suriye’yi fethetti. Nihayet 1402‘de yapılan Ankara Savaşı‘nda Yıldırım Bayezid‘i mağlup etti.
“Kıymetli bahadırlar sayesinde pek çok yer fethettim ve 27 ülkenin hakanı oldum” diyen Timur hakanı olduğu ülkeleri şöyle sıralıyor: Turan, İran, Rum (Anadolu), Mağrib, Suriye, Mısır, Irak-ı Arap, Irak-ı Acem, Mazenderan, Geylan, Şirvan, Azerbaycan, Fars, Horasan, Cidde, Büyük Tataristan, Harezm, Hotin, Kâbilistan, Bahter, Zemin, Hindistan… (Yirmi iki yer sayıyor, diğerleri de Gürcistan, Ermenistan gibi Kafkas ülkeleri).
İskender, Sezar ve Dârâ gibi ünlü cihangirlerin seviyesine çıkabilmek için, Timur, hepsi zaferle sonuçlanan 17 sefer düzenlemiş, 27 ülkenin hakanına baş eğdirmiş, onlara baş olmuştu. Böyle bir şahsiyeti çocukluğundan itibaren bazı özellikleriyle tanımak gerekir.
Timur, At binen, kılıç kuşanan, attığı oku yüzük deliğinden geçiren bir çocuk; on iki yaşında savaşa katılan bir bahadır, savaşlardan, savaş talimlerinden arta kalan zamanını okumakla, büyük âlimlerden ders almakla geçiren genç bir idealist; üç yüz kişilik bir kuvvetle on bin kişilik bir orduyu yenen eşsiz stratejist; bir savaşta ayağından yaralanaanlamına gelen “lenk” sıfatı eklenen bir başbuğ’dur.
Dünya tarihine, özellikle Türk-İslâm tarihini çok iyi bilen, dinin, ilim ve sanatın koruyucusu; Asya’da Türkçe’nin, Türk sanat ve kültürünün Fars kültürünün baskısı altında yok olup gitmesini önleyen, öne geçmesi, örnek olması çığırını açan hükümdar; aman dileyenin dostu, düşmanlarının acımasız baş belası, ama askerlerinin âdeta taptığı hükümdar ve milletinin babası olarak geçmiştir. Bu kadar değil. Günahını sevabından, zulmünü adaletinden çok göstermek isteyenler de vardır. Kellelerden kuleler yaptığını, şehirleri yakıp yıktığını da hatırlatırlar.
Yıldırım Bayezid‘le savaşmış ve kardeş orduları birbirine kırdırmış olmakla da suçlanır. Gerçekten Ankara Savaşı‘ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu bir süre bocalamış ve bir fetret devri geçirmiştir. Fakat aynı tarihçiler, hatta bütün tarihçiler, Timur’un son ana kadar savaşı başlatmamak için, Yıldırım’ın ise başlatmak için gayret gösterdiğini yazarlar.
O, İlhanlı Devleti’nin ve ona bağlı Çağatay Hanlığı’nın kargaşalıklar, entrikalarla sarsıldığı bir dönemde, yenilmez bir güç olarak ortaya çıkmıştı. Türk, İran ve Arap tarihçileri, bu kargaşalığa Yahudi tüccarların ve Hıristiyan misyonerlerin birinci derecede sebep olduklarını belirtirler. Bu tüccarlar ve bazı misyonerler Avrupa krallarına casusluk yapıyorlardı ve bunlar bütün Türkistan’a dolmuşlardı. Timur bunların faaliyetlerine son verdi. Hindistan’dan Hıristiyan misyonerlerin kovulmasını, bu kıtada Müslümanlığın yayılmasını sağladı. Bunun için Hıristiyanlar ona düşman idi. Timur, işgal ettiği yerlerde, Yunan ve Roma eserlerinin kalıntılarını, putları yıkmıştı. Bu yüzden ona “yıkıcı” demişlerdir.
İsfahan’da yetmiş bin kişiyi kılıçtan geçirip kellelerini kule gibi yığması da insan kellesinden kule yapan hükümdar” olarak anılmasına sebep olmuştur. Buna kendisinin verdiği cevap şudur: “İsfahan’a bıraktığım memurlarımı ve beş bin kişilik askerimi, isyan edip bir tekini bile sağ bırakmadan kılıçtan geçirdikleri, dinsizlik ettikleri için…”
Kendi ülkesi dahilinde, halk arasında haber toplayan görevliler bulunduğu gibi, diğer ülkelerde de casusları vardı. Bu casuslar sufi, derviş, tüccar, müneccim, asker, sanatkar, pehlivan olarak çeşitli ülkeleri dolaşır, bu ülkelerin şehir, kasaba yollar ve ileri gelenleri ile ilgili bilgi toplayarak Timur’a bildirirlerdi. Daha sonra Timur bu ülkeye gelip o şehir ile ilgili şeyleri sormaya başlayınca bu büyük bir hayret ve şaşkınlığa yol açardı.
Timur, 18 Şubat 1405 tarihinde Otrar, Kazakistan’da, Otrar’da, Çin’e sefere giderken 69 yaşında kulunç sebebi ile ölmüştür. Özbekistan’da Semerkant, Gur-e-Amir’de defnedilmiştir.
Büyük cihangir, son seferini Çin’e yapacaktı. 1404 yılı kışında her tarafın karla kaplı olduğu bir zamanda yola çıktı. Ömrünün sonuna yaklaştığını seziyor, en büyük cihadı geciktirmemek gerektiğine inanıyordu. Çin sınırındaki Otrar şehrine geldiği zaman durdu. Burada ordusuna büyük bir geçit töreni yaptırdı. Kuğu avı düzenledi. Fakat Timur hastalanmış, yatağa düşmüştü. Hekimbaşı Fazlullah, ona ölüm döşeğinde olduğunu apaçık bildirdi. Bunun üzerine Timur vasiyetini hazırladı. Sayar adamlarını, orduda bulunan torunlarını yanına çağırarak, ölüm döşeğinde bir konuşma yaptı
Timur, 18 Şubat 1405 günü vefat etti. Son sözü “Lâ ilâhe illallah” oldu. Cenazesini mumyalayarak Semerkant’a götürdüler. Sağlığında çok sevdiği torunu Muhammed Sultan için yaptırdığı türbeye, torununun yanına gömüldü.

CENGİZ HAN (TEMUÇİN)

BEN TANRI TARAFINDAN GÖNDERİLMİŞ BİR CEZAYIM
EĞER SEN ÇOK BÜYÜK GÜNAHLAR İŞLEMİŞ OLMASAYDIN
TANRI BENİ SANA CEZA OLARAK GÖNDERMEZDİ
-CENGİZ HAN-
 1162 yılında Moğolistan’da doğmuş, Moğol Börçigin ailesinden gelen bir asker, han ve siyasetçidir. Doğum adı Temuçin olan Cengiz Han, Moğol kabilelerini birleştiren ve 1206 yılında Moğol İmparatorluğunu kuran kişidir. Moğol İmparatorluğu, tarihte bitişik sınırlara sahip olan en büyük imparatorluktur. Moğol Devleti hükümdarının akrabası olan Cengiz Han, yönetim gücünün kişilerin bireysel üstünlüğüne bağlı olduğu bir ordu kurmuştur. Yaşadığı dönemde kana susamış ve acımasız bir kişi olarak görülse de, Moğolların fazlasıyla saydığı ve sevdiği bir kişi haline gelmiştir. Bu nedenle Moğolistan’ın babası olarak da kabul edilir. Cengiz Han, kağan olmadan evvel, Orta ve Doğu Asya’daki göçebe toplulukları yenilgiye uğratmış, daha sonra onları birleştirerek Moğol kimliğine taşımıştır. Orta Asya’da bulunan Kara Hıtay, İran’da Harzemşahlar ve Çin’in kuzeyindeki Jin hanedanı ile Batı Xia’yı fethetmiştir.
Cengiz Han’ın Asya ve Avrupa’daki egemenliği, bu bölgelerin jeopolitikasını ve demografisini değişikliğe uğratmıştır. Moğollar, günümüzdeki ülkelerden Ukrayna, Çin, Azerbaycan, İran, Rusya, Kore, Kırgızistan, Macaristan, Pakistan, Polonya ve Türkiye gibi birçok ülkeyi ele geçirmiştir. Ayrıca Bulgaristan, Sırbistan ve Hindistan gibi ülkelerede çok büyük zarar vermişlerdir. 1242 yılı geldiğinde ise Viyana’ya kadar yaklaşan büyük “Han” hayatını kaybetmiş ve Moğollar gelenekleri gereği başka bir han seçmek üzere geri çekilmişlerdir. Bu olay üzerine Orta Asya ve Avrupa’nın yaşadığı Moğol gazabı sona ermiştir.Görkemli Moğol kağanı Cengiz Han’ın kanunları, kişiliği, hayatı ve hatta Moğol mu yoksa Türk mü olduğu gibi hususlar sıklıkla gündeme gelmiş ve merak edilmiştir. Tüm bunlarla ilgili sunacağımız detaylar, Moğolların nasıl birleştirildiği, dünyanın en güçlü devletlerinden biri haline nasıl geldiği ve Cengiz Han’ın neler yaptığı gibi konular hakkında bilgiler verecektir. Bunların yanında acımasız ve zalim olarak bilinen Cengiz Han’ın, yaşadığı dönemi de analiz ederek bağımsız bir değerlendirme yapacağız.
Doğumuyla ilgili bilgiler kesin olmamasına rağmen, Moğolistan’da bulunan Börçigin ailesine mensup bir kişi olarak 1162 yılında doğduğuna dair kaynaklar mevcuttur. Cengiz Han’ın babası Yesügey Bahadır ile annesi Ulun Hatun, oğullarına Türkçe anlamı “demirci” olan Temuçin ismini vermişlerdir. Moğolları yeniden birleştirip, büyük Moğol İmparatorluğunu kurunca “Cengiz” adını almıştır. Bu isim, Moğolca ve Türkçede ortak bir kelime olan tengiz ya da deniz adından türemektedir. Bir rivayete göre, Cengiz Han doğduğu sırada öncelikle yumruk şeklindeki eli görülmüş ve avucunun içerisinde de kan pıhtıları bulunmaktaydı. Bu durum üzerine babası o zamanki kahinler, Cengiz Han’ın çok büyük bir savaşçı ve lider olacağını düşünerek ona Temuçin adını vermiştir.Cengiz Han henüz 10 yaşındayken, düşman bir kavim tarafından zehirlenmesi sonucu babasını kaybetmiştir. Bunun sonucu olarak Moğol Devleti dağılmış ve Cengiz Han ailesiyle beraber sürgün edilmiştir. Cengiz ile ailesi çok güç şartlar altında, dağ başında bulunan bir ormanlık alanda yaşamaya başlamışlardır. Bu zorlu dönemlerde ailesini korumaya ve avcılık yapmaya çaba gösteren Cengiz, oldukça güçlü bir karaktere ve bedene sahip bir çocuk olarak yetişmiştir. 13 yaşındayken öz kardeşini, yiyecek konusunda yaşadıkları bir münakaşa nedeniyle öldürmüştür. Tüm bu güçlüklere ve korkunç olaylara rağmen, ok atmada müthiş bir beceri kazanmış, at üstünde ustalaşmış ve kendini bir asker olarak geliştirmiştir.Altı kardeşi ve annesiyle birlikte gün geçtikçe güçlenmeye başlayan Cengiz Han, dost olarak gördüğü bazı kavimlerle işbirliği de yapmıştır. Cengiz’in bu tutumu eski dönemlerden beri düşmanları olan Merkitleri şüphelendirmiş ve bu nedenle bir gece kendilerine saldırı düzenlenmiştir. Merkitler tarafından annesi ve eşi kaçırılan Cengiz Han, bu olay üzerine dağlara kaçarak yakın arkadaşı olan Tuğrul’dan (Kereyit Hanı) yardım istemiştir. Bu isteğini kabul eden Tuğrul ve adamları sayesinde annesi ve eşi kurtarılmıştır. Tüm bu yaşadıkları, onun Börte sevgisini kaybettirmemiş ve daha da hırslanarak Moğol devletini kurmak için hazırlıklara başlamıştır.
Yakın arkadaşı Tuğrul’un ölmesi üzerine, Kereyitler Cengiz Han’ın egemenliğini kabul ettiler. Daha sonra en büyük düşmanları olan Nayman Hanlığına savaş açtılar ve Cengiz Han 1 yıl süren savaşı kazandı. 1206’da düzenlenen büyük bir kurultay ile Temuçin “Cengiz Kağan” unvanını aldı ve bütün Moğol topluluklarının lideri ilan edildi. Tatarlar, Uygurlar, Naymanlar ve bütün Moğol boyları tek bir devlet altında toplandı. Bu olay üzerine Cengiz Han sürekli olarak savaşlara katıldı ve kendisine tehdit olarak gördüğü bütün hanlıklara saldırdı. 1211’de Çin’i ele geçirmek amacıyla Pekin’i kuşattı ve Çinlilerle bir anlaşma yapıldı. 4 yıl sonra bozulan anlaşma üzerine Çin’i bütünüyle ele geçirdi.
Yeni kurduğu devleti büyük bir hızla genişleten, zenginleştiren ve büyüten Cengiz Han, kendisine karşı yapılan isyanları da eşsiz gücüyle bastırdı. Aynı dönemde Otrar valisi (Harzem bölgesi), kendi halkına bir ticaret kervanını yağmalatarak oradaki bütün Moğolları öldürttü. Olayın peşini bırakmayan Cengiz Han, bölgeye bir elçi heyeti gönderdi, ancak bu heyette öldürüldü. Bu durum Harzemşahların sonunu getiren ve aynı zamanda İslam toplumlarına büyük zarar veren akınların başlamasına neden olmuştur. Büyük bir hiddetle yerinden kalkan Cengiz Han, oğullarıyla birlikte Harzemşahlara saldırdı. Çok kanın döküldüğü bu saldırılarda Harzemşah halkının bir kısmı da teslim oldu. Otrar valisi kaçmaya çalışıyor, ancak Cengiz Han onun peşini bırakmıyordu. Moğolların geçtiği yerlerde bir tek canlı kalmadı ve bütün yerler yakılıp yıkıldı. Cengiz Han’ın bu takibi Buhara, Semerkant ve Horasan’a kadar uzanarak, bu İslam devletlerinde de birçok insanın ölümüne neden oldu. Cengiz Han’ın Asya’daki bu savaşlarında yaklaşık 40 milyon kişinin öldüğü söylenmektedir. Ayrıca, bazı Avrupalı bilginler bu ölümlerin ardından 600-700 milyon ton karbonun dünyadan yok olduğunu da belirtiyorlar60 yaşındayken vefat eden Cengiz Han’ın neden öldüğü, günümüzde hala bilinmemektedir. Rivayetlere göre bacağına saplanan bir ok, attan düşmesi ya da o dönemlerde yayılan bir hastalık Cengiz Han’ın ölümüne neden olmuştur. Cengiz Han 1227’de öldüğünde, Moğol Devleti’nin sınırları Hazar Denizi’nden Japonya’ya kadar uzanıyordu. Günümüzde dünyanın en büyük devletleri arasında olan Rusya, Çin ve İran gibi ülkeler, Moğollar karşısında boyun eğiyordu,  ayrıca Moğollar dünyanın en geniş sınırlarına sahip ikinci devletti.
Avrupa’ya kadar sınırları dayanan Moğolların hükümdarı Cengiz Han zamansız ölmeseydi, belki de Moğollar Avrupa’nın da bütününe hakim olacaklardı. Tüm bunlara rağmen, her büyük devletin yaşadığı bir hazin son gibi Moğollar da zamanla dağıldı ve Moğolistan sınırlarına kadar geriledi. Günümüzde bile mezarının yeri bilinmeyen Cengiz Han’ın cenazesine gelen binlerce insan, onun vasiyeti üzerine intihar etmiştir

15 Kasım 2017 Çarşamba

KONT DRACULA (KAZIKLI VOYVODA)



Drakula vampirini duymuşsunuzdur. Şimdiye kadar onlarca flime ve kitaba konu olan Drakula Vampiri Efsanesi gerçektir.III. Vlad’ın doğum yeri, modern dünyadaki bildiğimiz vampirlerin de kol gezdiği yer sayılan Transilvanya’dan başka bir yer değildir. III. Vlad doğduktan 10 yıl kadar sonra, o sırada Wallachia tahtında oturan baba II. Vlad, Osmanlı’nın o zamanki hükümdarı II. Murat’ın artan akınlarına dayanamadı ve Osmanlı’ya bağlılığını iletti. Wallachia ise Eflak ve Boğdan olarak Osmanlı’ya katıldı. Ancak yabancı yörelerden küçük yaşta alıkoydukları varisleri bizzat yetiştiren ve o yörenin tahtına atayan Osmanlı için II. Vlad’ın tahtta kalması söz konusu olamazdı. Baba II. Vlad bunun üzerine en küçük iki oğlu olan III. Vlad’ı  ve Radu’yu  Osmanlı padişahı II. Murat’a verdi.
    Sultan II. Murat bu iki çocuğu, gelecekte onun toprağını sadakatle yönetmeleri için eğitmek üzere en iyi öğretmenlerini ve en iyi olanaklarını sundu. Bunların yanında onlara arkadaşlık etmesi için gönderdiği kişi, gelecekteki “İstanbul’un Fatihi” olarak anılacak olan Mehmet’ten başkası değildi. Üç çocuk seneler boyunca çeşitli eğitimlerden birlikte geçtiler. Ancak Vlad’ın küçük kardeşi Radu, Sultan Murat’ın  ve yakışıklılığıyla saraydaki pek çok kadının da gözdesi ve Mehmet’in en iyi arkadaşı olup çıkarken Vlad yalnız kalır ve o zamanlar belli etmese de Osmanlılara karşı tahta geçtikten sonra yüzeye çıkacak olan bir kin gütmeye başlar. Ayrıca devlet yönetimi ile ilgili eğitimin yanında Vlad’a daha sonra kullanacağı çeşitli işkence yöntemleri de öğretilmiştir.  III. Vlad’ın babası ve büyük kardeşi II. Mircea (soylular tarafından gözleri yakılıp canlı canlı gömüldü) öldükten sonra Osmanlı padişahı politik gücünü korumak için, anarşinin hüküm sürdüğü Wallachia topraklarının tahtına ‘kukla’ hükümdar olarak III. Vlad’ı atadı. Ancak bu hükümdarlığı, Macaristan’ın vekil prensi John Hunyadi’nin topraklarını işgali sonucu kısa sürdü ve III. Vlad, amcası II. Bogdan’a kaçtı ve 1451 yılına kadar koruması altında kaldı.
    II. Bogdan, Petru Aron tarafından suikasta kurban gidince Vlad, bir kumar oynadı ve Macaristan’a kaçtı. Vlad’ın zekasından, engin bilgisinden ve Osmanlı’ya olan nefretinden etkilenen Hunyadi, Vlad’ı affetti ve onu danışmanı olarak atadı. Daha sonra Vlad Hunyadi tarafından Wallachia tahtına geri atandı.
   Elbette o sıralar Wallachia’da kaos hakimdi ve III. Vlad’ın hükümdarlık anlayışı da tamamen şundan ibaretti: “Olası bütün tehditleri ele.” Bu ‘olası tehditlere’, babasının ve büyük kardeşinin ölümlerinden az ya da çok sorumlu olan soylular da dâhildi. Bir rivayete göre III. Vlad bu soyluları ve ailelerini Paskalya zamanında bir ziyafete çağırmış ve onlara, hayatları boyunca kaç tane prensin hükmettiğini sormuş. Neredeyse hepsinde en az yedi prensin hükümdarlığı geçmiş. III. Vlad bunun üzerine bu asilleri tutuklatmış ve yaşlı olanları kazığa geçirirken, genç ve sağlıklı olanları şu an bile Dracula’nın kalesi olarak bilinen Poienari Kalesi’ni kurmaya zorlamış. Hikâyelere göre, soylular kıyafetleri üzerlerinden düşene kadar çalışmaya zorlanmış, kıyafetler düştükten sonra da çıplak halde çalıştırılmışlar. 1459 yılında, adını eylemleriyle hak eden Kazıklı Voyvoda Vlad, 30,000 Alman göçmenini (Saxons) ve otoritesine karşı gelen Transilvanya memurlarını kazığa oturttu.
    O sıralarda Osmanlıların otoritesini tanımayacağını ilan etmiş olan III. Vlad, Macar kralı Matthias Corvinus ile ittifak kurarak, zaten onu yok etmeye yemin etmiş Türkleri daha da kızdırdı ve 1461 kışında Sırbistan ve Karadeniz arasındaki bölgeyi harap etti.
    Bunun üzerine İstanbul’un fatihi Sultan II. Mehmed,  250,000 kişilik bir orduyla Vlad’ın hükümdarlığına doğru yürüdü. Ancak Sultan, karşısında kazığa oturtulmuş 20,000 Türk esirinden oluşan bir ormanla karşılaşacağını tahmin edemezdi. Bu manzarayı gören Türk askerlerinin dehşeti ve sarsıntısına rağmen yaklaşık 30,000 kişilik kendi ordusuyla Vlad, Türklerin başkent Targoviste’yi almalarını engelleyemedi . Bu kadar büyük bir orduyla baş etmek için bir gerilla savaşı başlattı ve vur kaç saldırılarıyla geceleri pusu kurarak düşmanına zarar verdi. Bir gece Vlad ve birkaç adamı Osmanlıların kılığında Türklerin kampına sızıp II. Mehmed’e suikast düzenlediler. Fakat başarısız oldular. Vlad’ın boyun eğmeyeceğini anlayan Sultan II. Mehmed savaşı Radu’ya devretti. Mehmed’in sadık bir arkadaşı olan Radu, Vlad’a destek vermeyen soyluları arkasına aldı ve 1462'de Macar Kralı ile anlaşmaya vardı ve Vlad Macar kralı Matthias Corvinus tarafından hapsedildi.
   Her ne kadar Vlad’ın hapiste 1462’den 1474’e kadar kaldığı söylense de diğer varsayımlarla arasında büyük tutarsızlıklar var. Anlaşılan Vlad kısa süre içinde serbest kaldı ve kraliyet ailesinden Kontes Ilona Szilagy (Kral Matthias’ın kuzeni) ile ikinci kez evlendi (ilk karısı Türklerin istilasında kendini kaleden aşağı atarak intihar etti). Wallachia’yı geri aldığında (1476) eski evliliğinden bir oğlu ve ikinci evliliğinden iki oğlu daha vardı. Rus öykülerine göre Vlad en sevdiği ‘boş zaman geçirme hobisi’ni tutsaklığı sırasında da yapmış ve yakaladığı kuşlara ve farelere çeşitli işkence yöntemleri uygulamış. Sürgün zamanında Vlad’ı ayakta tutan dürtü muhtemelen o sıradaki Wallachia tacını takmış, Türk yanlısı, kendi küçük kardeşi Radu’ya karşı duyduğu kindi. Vlad Dracula ve Transilvanya prensi Stephen Bathory güçlerini birleştirip Wallachia’yı işgal ettiler ve ölmüş olan Radu’nun yerine getirilen Danesti klanından Basarab’ı kaçmaya zorladılar. Ancak gelin görün ki tahtı geri aldıktan sonra prens, ordusunun büyük bir kısmını da alarak Transilvanya’ya geri döner ve Vlad’ı kritik bir durumda bırakır. Türklerin gelmesiyle Vlad kendisini 4000’den az kişilik bir orduyla baş başa bulur.
   Vlad Dracula’nın ölümüne dair pek çok varsayım ve söylenti vardır. İlki Türklerle yapılan bir savaşta 1476 yılının Aralık ayında Bükreş’te öldüğüdür. Bir başka belge ise tam Türkleri vatanından sürerken ihanete uğrayıp bir soylu tarafından suikasta kurban gittiğini belirtir. Hatta zafer anında yanlışlıkla Türk sanılıp kendi adamları tarafından vurulduğuna dair söylentiler bile vardır. Ancak herkes tarafından kabul edilen bir gerçek var ki başı Türkler tarafından kesilip İstanbul’a gönderildi ve halkın gözleri önünde sergilenerek sonunda Kazıklı Voyvoda’nın öldüğü ispatlandı.

14 Kasım 2017 Salı

KÜRŞAD VE 40 ÇERİSİ

Onlar,  esaret altında egemenlere karşı giriştiği bir isyanın öncüleri, bu uğurda hayatlarını ortaya koyan, saygı duyulacak  özgürlük savaşcılarıydı. Yaptıklarıyla,Türk tarihine, Türk Milletine şan katmışlardır…İşte bu kahramanların hikayesi ;
Kür şad ve çerilerinin hikayesi eski Çin kaynaklarında da Türk kaynaklarında da hemen hemen aynı şekilde anlatılır,sadece Çin kaynaklarında Kür şad’ın ismi chie-shih-shuai olarak geçmektedir.Yine bazı kaynaklarda Kürşad’la birlikte 40 çeri olarak geçerken,bazı kaynaklarda Kürşat ve 40 çerisi yani ,41 kişi olarak geçer.
Kür Şad yedinci yüzyılda yaşamış bir Göktürk prensidir. Asıl adı Şu Tigin’dir. Kür ve şad kelimelerinin birleşmesiyle oluşan Kür şad lakabını son kağan olan  amcası  Kara Kağan vermiştir. Babası 10.büyük Türk hakanı Çuluk Kağan’dır.
621 yılına gelinceye kadar Göktürkler yapılan savaşlar ve Türk boylarının birleşmeleri sonucu güçlenmiş ve zenginleşmiş,tarihlerinin  en parlak dönemlerinden birini yaşamaktaydı. Ancak 621 yılında Çinlilerin komplosu sonunda Çuluk Kağan’ın zehirlenerek öldürülmesiyle büyük Göktürk hakanlığı ciddi  bir kriz devresine girer. Çuluk Kağan’ın ölümünden sonra kardeşi Kara Kağan  hükümdar olur ve eski Türk gelenekleri gereğince de olsa ölen ağabeyinin Çinli eşi ile evlenmesi ,Türkler arasında huzursuzluğa yol açar. Çünkü  bu zehirleme olayının arkasında Çuluk Kağan’ın bir Çin prensesi olan eşi olan  İ-çing hatunun parmağı olduğu iddia edilmektedir.Kara Kağan’ın  İ-çing Hatun’la evlenmesi Çinlilerin komplolarının devam etmesini de sağlar. İ-çing Hatun’un entrikaları ve Kara Kağan’ın dirayetsiz politikaları sonucu bazı Türk boylarının Göktürklere başkaldırmaları ve yine o dönemde yaşanan kuraklık ve soğuk sonucu gelen kıtlık yılları halkın yaşamını olumsuz etkilerken, üstüne artan Çin baskısı her şeyi daha  da zorlaştırıyordu. Bu gelişmeleri fırsat bilen Çinliler, Türk ülkesine büyük bir ordu gönderdiler .629 yılında yapılan savaşta Kara Kağan yenildi ve 100.000 Türk’le beraber Çinlilere esir düştü.Böylece Doğu Göktürk Devleti yıkılarak Çinlilerin boyunduruğu altına girdi.  Kara Kağan’la birlikte binlerce Göktürk  Çin’in başkenti Siganfu’ya götürüldüler ve orada kendilerine tahsis edilen bölgede yaşamaya mecbur edildiler.Göktürk boyunun en büyüğü konumundaki Kürşad durumun iyice kötüye gittiğini görerek kırk çerisi ile birlikte ihtilal yapmaya karar verir. Geceleri kılık değiştirerek Siganfu sokaklarında tek başına dolaşma adeti olan Çin hükümdarı Tay-tsung'u  rehin almaya ve bu sayede Çin sarayına girerek orada bulunan Kürşad'ın ağabeyinin oğlu Urku Tigin'i kurtarıp, toplayabildikleri kadar Türk ile birlikte Ötüken'e giderek tekrar devlet kurmaya, Urku Tigin'i de kağan ilan etmeye karar verirler. Bu uğraşta başarılı olurlarsa budun kurtulacak, başaramazlarsa da dökülecek kanları geride kalanlara ödevlerini hatırlatacaktır. Fakat ihtilal için harekete geçtikleri gece sağanak halinde yağan yağmur yüzünden Çin hükümdarı sarayından dışarı çıkmaz. İhtilali ertelemenin sakıncalı olacağını düşünen Kürşad, kırk çerisi ile birlikte Çin sarayına yürür, amacı sarayı basarak hükümdarı esir almaktır. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında yüce dileğe doğru yürüyen kırk Türk sarayın kapısına vardıkları anda cenk başlar. Yüzlerce Çinli askeri öldürürler ama binlercesi üzerlerine saldırmaya devam eder. Göktürklerin bir kısmı sarayın içinde savaşırken şehit olur, sağ kalanlar ise Kür Şad'ın önderliğinde saraydan çıkarak Vey ırmağına doğru ilerlerler, niyetleri ırmağı geçerek Ötüken'e doğru at koşturmaktır. Ama sağanak halinde yağan yağmur yüzünden yükselen sular köprüyü sürükleyip götürdüğü için karşıya geçemezler ve peşlerinden gelen Çin ordusu ile son kez cenge tutuşurlar. Binlerce Çinli askere karşı savaşan bir avuç Türk peş peşe uçmağa varırlar. Sadece Kürşad sağ kalmıştır, tek başına Çin hükümdarlığına karşı savaşmaktadır. En sonunda O da şehit olur fakat elinde kılıcıyla atının üzerinde durmaktadır, öldüğü halde yere düşmemiştir.O koca  Kürşad ölmüş fakat yenilmemiştir... .
Ancak ihtilal başarılamadı diye Çin boyunduruğu altındaki Türkler  hiçbir zaman  vazgeçmedi.Bütün Türk illerinde, hiç bir kuvvet tarafından karşı konulmasına imkan olmayan bir özgürlük  rüzgarı esmeye başladı.Kür şad ve 40 çerisinin hikayesi ağızdan ağıza yayıldı, efsanelere konu oldu ve tutsak olan Doğu Göktürk  halkı arasında milli bilinci uyarıcı bir etki yaptı. Ve sonunda,geçen 43 yılın ardından 682 senesinde İlteriş Kağan ile Bilge Tonyukuk önderliğinde kurt başlı sancak tekrar kaldırıldı ve 2. Göktürk Devleti kuruldu.

11 Kasım 2017 Cumartesi

Halid bin Velid

  • 592 yılında doğmuş ve Kureyş kabilesine mensuptur.

İslam ordularına karşı savaşmış (Uhud savaşı) Müslümanlara karşı katıldığı savaşlarda savaşın seyrini değiştiren bir komutandır. Müslümanlara karşı katıldığı, her savaş hareketinde iyi bir sonuç alamayan Halid Bin Velid yaşadığı içsel huzursuzluklardan dolayı İslam'a karşı bir sevgi beslemeye
başlamıştır.
Zaman içerisinde Müslümanlığı kabul eden Halit bin Velid'in Müslümanlığı kabul etmesindeki en büyük etken kardeşi Velid bin Velid'tir ve onun yolladığı mektuplardır.
Hicretin 8.yılında Müslüman olan Halid Mekke'den Medine'ye yerleşti.Hazreti Halid bin Velid, Müslüman olduktan sonra, ilk olarak Müte gazasında bulundu. İslam askeri Müte’ye hareket ederken, Peygamber(sav) efendimiz buyurdu ki:
– Cihada çıkacak olan şu insanlara Hazreti Zeyd bin Hârise’yi kumandan tayin ettim. Eğer o şehîd olursa, yerine Cafer bin Ebî Tâlib geçsin. O da şehîd olursa, yerine Abdullah bin Revâha geçsin. Eğer o da şehid olursa, aranızda münasip gördüğünüz birini seçip, ona tabi olursunuz.
Mûte harbi başladı. Şiddetli çarpışma olurken; Hazreti Zeyd bin Harise, Hazreti Cafer ve Hazreti Abdullah bin Revâha sırasıyla şehîd oldular. Sonra sancak Hazreti Sabit bin Akrem’e verildi. O, sancağı bir yere dikip, mücahidleri yanına çağırdı. Herkes toplanınca dedi ki:
– Aranızdan birini kendinize kumandan olarak seçiniz ve ona tabi olunuz!
Onlarda Sabit bin Ekrem'e dediler ki:
– Biz seni kumandan seçtik.
Bunun üzerine, Sabit bin Ekrem “Ben bu işi yapamam” dedi ve Hazreti Hâlid bin Velid’e dönerek dedi ki:
– Ya Hâlid! Senin savaş tecrüben, askerî bilgin, askeri heyecanlandırarak harekete geçirmen benden fazladır. Sancağı acele al! Savaş devam ederken bu işlerle oyalanmamız bizim aleyhimize oluyor!
Böylece Hazreti Hâlid bin Velid sancağı aldı. Akşam vakti yaklaşmış idi. Güneş batıncaya kadar pek müthiş çarpıştı. Onun bu maharetine kafirler bile şaşırdılar. Akşam oldu. Sabahleyin tekrar saldırılacaktı.
Hazreti Halid bin Velid, şaşılacak derecede askerî dehaya ve savaş tecrübelerine sahip bir kahramandı. Sabah olunca, İslam askerinin düzenini değiştirdi. Sağ taraftakileri sol tarafa, sol taraftakileri sağ tarafa, ön taraftakileri arka tarafa ve arka taraftakileri ön tarafa aldı.
Rum askerleri, daha önce tanımış oldukları kişilerle karşılaşmayınca, hepsi birden şaşırdılar. “Demek ki, bunlara yardımcı kuvvetler gelmiş” diyerek korkuya kapıldılar.
Hazreti Hâlid bin Velid’in kumandasındaki mücahidler,Rum askerlerinin morallerinin bozulmasından istifade edip, hücuma geçtiler. Üç bin kişilik İslam askeri, Heraklius’un yüzbin kişilik ordusunu bozguna uğrattı.
Başkumandan Hazreti Halid bin Velid’in elinde, o gün dokuz kılıç parçalandı. Rum askerinin çoğu kılıçtan geçirildi. Peygamber(sav) efendimiz, Hazreti Halid Bin Velid’in, bu fevkalâde başarısını haber aldığı zaman, onu “Seyfullah = Allahın kılıcı” lâkabı ile şereflendirdi.
Bu savaş sonrasında İslam ordusunun komutanlarından biri olan Halid, İslam sancağı adı altında girdiği tüm savaşlarda (Mekke Fethinde sağ cenah komutanı, Yermuk Fatihi, Yemame Fatihi, Huneyn Komutanlarından,Enis Savaşı Komutanlarından, Kesker savaşası komutanlarından, Hire Savaşı komutanlarından, Ambar Savaşı komutanı,Sena Savaşı Komutanı, Aynüt Temr Savaşı komutanı, Hanefiz Savaşı Komutanı, Şam Fatihi, Firaz Fatihi, Ecnadeyn Komutanı, Busra Komutanı, Irak Fatihi, İran Fatihi, Yalancı peygambeleri öldüren, Humus Fatihi) galibiyet elde etmiş ve hiç mağlup edilmemiştir.
Halid bin Velid, 642 yılında Humus’ta hastalandı. Yanında silah arkadaşları vardı. Vefat edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra buyurdu ki:
“- Nice kılıçlar elimde parçalandı. İşte bu benim ölümümü görecek olan son kılıcımdır. Beni en çok üzen, hayatı hep savaş meydanlarında geçip, yatak yüzü görmemiş olan bu Halid’in yatakta ölmesidir.
Resûlullah (sav)ın hiçbir Eshabı, rahat yatağında ölmedi. Ya savaş meydanlarında veya uzak beldelerde Dini İslamı yayarken garip olarak şehîd oldu.
Ah Halid! Şehit olamayan Halid! Harp, benim etimi çiğneyemedi. Şehidlik mertebesi hariç elde etmediğim makam kalmadı. Vücudumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıç yarası, ya bir ok yarası veya bir mızrak yarası olmasın.
Ömrü, Dini İslâmı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak? Ölümü her zaman, harp meydanında, atımın üzerinde, düşmana Allah için kılıç sallarken şehîd olarak beklerdim.”
Hazreti Halid , “Vasiyetimi bildiriyorum, beni ayağa kaldırın!” deyince, ayağa kaldırdılar.
“Beni bırakınız! Şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım, artık beni taşısın” diyerek kılıcına dayandı.
Bundan sonra, “Ölümü, savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım. Öldüğüm zaman, atımı, savaşta tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz! Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim.
Mezarımı, bu kılıcımla kazınız! Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır” dedi ve yatağına düşüp Kelimei şehadet getirerek vefat etti.

25 Eylül 2017 Pazartesi

Tarık bin Ziyad

   Tarik bin Ziyad, Emeviler zamanında, Afrika'nın fethi için vazfilendirilmiş Musa bin Nusayr'ın azadlı kölesidir.
Musa bin Nusayr kendisinde sağlam karakter, kahramanlık, azim ve irade, fasih konuşma ve iyi bir hitabet görünce Tarık bin Ziyad'ı (İspanya'ya) fethe gönderdi.
   Tarık bin Ziyad, emrindeki dört gemi ve yedi bin asker ile 711 yılında Endülüs'e hareket etti. Askerler, İspanya'nın güneyinde gemilerden inip karaya çıktılar Tarık bin Ziyad bütün gemileri, sonrada askerlerine şöyle hitap etti; Ey mücahit kardeşlerim! Görüyorsunuz, arkamızda deniz, önümüzde düşman var. Artık geriye dönüşümüz kalmadı. Düşmana saldırıp bu toprakları almaktan başka çaremiz yoktur. Diyerek askerleri daha bir çok kelamı ile motive ederek savaşa hazırlık yaptılar. Daha sonra Tarık bin Ziyad düşman kralına elçiler göndererek şu teklifte bulundu;
 - '' seni ve senin halkını İslam'a davet ediyoruz. Müslüman olursanız kardeşimiz olursunuz, bağrımıza basarız. Kabul etmez iseniz cizye ve haraç vererek canınızı kurtarırsınız. Bunu da red eder iseniz aramızı kılıç düzeltecektir.'' der.
   Kral Doderiche, askerlerinin çokluğuna güvenerek, bu teklifi kabul etmedi. Müthiş bir savaş başladı. Tarık, akıl almaz bir şekilde askerleriyle savaşa girdi. Çok büyük bir mücadele sonucunda Tarık çarpışarak kral Doderiche ulaşarak, seri bir kılıç darbesi ile kralı yere serdi.
   Bu savaş sonrası Müslümanlar 275 sene hüküm sürecekleri Endülüs Emevi Devletinin bir kolunu bu topraklarda (İspanya) kurdular. Burada Avrupalılara insanlığı ve medeniyeti ögretmiş oldular.